
Amerikan sinemasının propoganda yapmasını ilk kez görmüyorum aslında. İlk gördüğümde küçüktüm, kandırmışlardı beni de... Her filmi izleyemediğimiz, herşeyi öğrenemediğimiz günlerde, her türlü imkana sahip, komünist rejim bayrağı desenli şortu ile Ivan Drago'dan nefret ederken, yokluklar içinden gelen, acıların çocuğu, Amerikan bayrağı desenli şortu ile Rocky Balboa'yı çılgınca destekliyordum. Zaman ilerledikçe algım da açıldı...
Dost sohbetlerinde benzer konuları konuşurken, 100 metreyi 10 saniyeye yakın bir sürede koşabilen, sporcu dostum Davut, Rıhtımlar Üzerinde'den ("On the Waterfront") bahsetti. 1954 yılında, 11 dalda Akademi Ödülleri'ne aday gösterilen, 8 dalda ödülü kucaklayan, Elia Kazan ve Marlon Brando'nun dakikalarca ayakta alkışlanmasını sağlayan ünlü film. Ne hikmetse "The Godfather"'dan sonra Oscar'ı reddeden Marlon Abimiz, dostlarını satışından dolayı duyması gerektiği vicdan azabı yerine, kişisel mastürbasyon eşliğinde "komünistler katildir" resitali veren Elia Kazan'ı yere göğe sığdıramamıştı. (Burada bir not düşmek gerekirse, Elia Kazan anılarında, Marlon Brando'nun mevcut duruma üzüldüğünü, yanlı açıklamalarının nedeninin, o sıradaki cadı avı olduğunu ve başka şansı olmadığını yazar.) Arkadaşlarının sanat yapmasını engelleyecek kadar ağır bir insanlık suçunu, komünist rejimi destekleyen herşeyi hakediyor teması ile beğenmişti Amerikalı o gün. Şimdi diyeceksiniz ki, "Ne anlatıyorsun sen? O gün Rıhtımlar Üzerinde'yi ayakta alkışlayıp "Tanrı Amerika'yı Korusun" diye bağıran insanlar vardı, bugün de aynısını yapacaklar elbette." Doğrudur ancak, hiç olmazsa, 1954 yılında propoganda gizliden gizliye, alt metinler ile yapılıyordu, sinemasal bir değeri de vardı. Elia Kazan kötü bir dosttu ama iyi bir sinemacıydı. Bugün "The Hurt Locker" ile birkez daha görüyorum ki, yıllar geçmiş, dünya küreselleşmiş, popüler amerikan sineması ise pişkinleşirken, kalitesizleşmiş.
Öncelikle belirteyim, çok bir siyasi, dinsel vb. görüşüm yoktur. 6-7 milyar insanın büyük kısmı kafa yoruyor zaten bunlara. insanoğlu ilk var olduğunda bunlar yoktu zaten. Tek amaç karnını doyurmak, barınacak bir yer bulmak, ne bileyim sabah akşam sevişip neslini devam ettirmek, hadi biraz sanatçı ruhluysa duvara iki çiziktirmekti. Geri kalanların tamamı yine insanoğlunun insanoğluna koyduğu kısıtlamalar ve sınırlamalar. Bugün hayat pahalı, başını sokacak bir ev bulmak zor, bir hatun bulup sevişmek için kırk takla atman gerekli, ressam olsan "e ne iş yapıyorsun yani" derler, nerden nereye işte, insanlık ölmüş.
Savaşlarla dolu bir tarihe sahip dünyamızda, herhangi bir ülke için insanları öldürmedi, katliam yapmadı, diyemem aslına bakarsanız. Ama söz konusu Amerika olduğunda, en büyük katliamları yapmıştır diyebilirim rahatlıkla. Bir ülke düşünün kazanmak için milyonlarca masum insanı atom bombası ile öldürebilecek, gelecek nesiller üzerinde tamir edilemeyecek etkiler bırakabilen, Birleşmiş Milletler dahil hiçbir uluslararası kuruluşun hiçbir zaman "insanlık suçu" ile itham edemeyeceği, ruhsuzca insan öldürebilen bir süper güç. Bir ülke düşünün, kapitalizm diye, temelinde, varolan diğer bütün sistemleri bir daha varolamayacak şekilde yoketmek yatan bir sistem kurmuş.

Peki genelde televizyon filmleri ve dizileri olmak üzere bugüne kadar birkaç vasat yapım dışında, tek bir şey yapmamış, Kathryn Bigelow ne oldu da bir anda muhteşem bir yönetmen oldu? Irak gibi sarı renkte atmosfere sahip mekanları anlatmak zordur, bunu yapabilen ise iyi yönetmendir. Ben Bigelow'un yarattığı atmosferi de gayet başarız ve soyut buldum, en azından Steven Soderbergh 2000 yılında Traffic filminde bu işin nasıl yapılacağını öğretmişti bana. İki "En İyi Film" Oscar'ı almış yapım, iki sarı renkte atmosfere sahip coğrafya, bir tanesi Irak, bir tanesi Meksika, iki tane "En İyi Yönetmen" Oscar'ı almış insan, ama ben ikisinin arasında dağlar kadar fark görüyorum.

Gündelik hayatında kasap olanlar bile terörist, bunların alayı terörist diye hiç önünüze atıldı mı insanlar?
Ya da bunlar zalim, acımasız, çocukların vücuduna bile bomba yerleştiriyorlar diye, sürreal bir biçimde nefret aşılanmak istendi mi size? ("En İyi Senaryo" Oscar'ı ile Mark Boal intihar bombacısı kavramını değiştirip ceset-bomba kavramını getirmiş. Irak gibi bir İslam ülkesinde yeri olmayan bir kavram. Zaten filmin birçok yerinde bu gerçeküstü kurgu öne çıkıyor.)
Ya da 8-10 yaşında dünyayı daha yeni yeni keşfederken, tuhaf zırhlı araçlarından inen eli silahlı adamlarla top oynadınız mı ve şunu söylediniz mi kendi kendinize "Amerikan askeri aslında ne kadar insancıl, çocukları ne kadar çok seviyor, benimle top bile oynuyorlar baksana"?
Ya da Amerikan askerinin top oynadığı o çocuk için gerekirse dünyaları vereceği hissettirildi mi size?
Ya da Amerikan askerinin gözünden izlediğimiz 130 koca dakika boyunca bir kez bile "Biz neden Irak'dayız?" sorusunu duymamak, hissetmemek, en başta söylediğimiz o pişkinliği hatırlattı mı size? Bazıları diyor ki, "Filmin amacı bu değil?", ama hiç biri fimin amacını anlatamıyor, yüzeysel anlatımlara ise cevap verdim sanırım.
İşte yukarıdaki soruları sordum kendime bu filmi izledikten sonra ve dedim ki 8 dalda oscar almalı bu film, insanlık dalı hariç. Hiç bir şey anlatmayan ama aslında çok şey anlatan bir film, neden sonra ayakta alkışladım, Tanrı Amerika'yı korusun dedim.
1 yorum:
zaten ürdün'de canlandirilan irak da ancak bu kadar gercekci olabilirdi dostum. avatar'i yermek icin hurt locker'i ovmek de ancak amerikalilar'dan beklenirdi. bence 6 oskar az bile bu kafaya.
Yorum Gönder