25 Temmuz 2010

Tulpen uit Amsterdam - Bölüm 1

Geçtiğimiz Nisan, geleneksel Amsterdam turumuz için Hollanda semalarındaydık. Amsterdam ve İrlanda'da yaşamını sürdüren gurbetçi dostlarımız ile öğlen saatlerinde, Amsterdam'ın ana tren istasyonu Central Station'ın hemen yukarısındaki Central Coffee Shop'da buluşmak üzere sözleştik.

Türkiye'den hareket eden kafile olarak iki ayrı gruba bölünmüştük. Dostların bir kısmı sabahtan uçarken, benim de dahil olduğum grup öğle saatlerine doğru ilk kalkış noktamız olan Sabiha Gökçen Havalimanı'na varmıştı. Klasik "geç kalacağız oğlum sıçtık" vb. muhabbetler ile birlikte terminal giriş kapısına ulaştığımızda, "ah benim insanları sürekli kontrol altında tutmaya çalışan, zavallı gelişmemiş polis devletim" dedik bir kez daha... Nedeni terminal giriş kapısı önünde üstü başı kontrol edilmesi gereken kitlenin, 60-70 kişilik uzun bir kuyruk oluşturmasıydı. Bizim havalimanlarında biliyorsunuz kontroller bitmez; nice ülkeye seyahat ettim, henüz terminal binası girişinde insanların donuna kadar arandığı başka bir memleket görmedim. Ha eğer üzerimde bomba olsaydı da kesinlikle terminal girişinde patlatırdım, zira en kalabalık insan kümelenmesi burada oluyor. Neyse...

Memleketimin insanı, beleş olunca öğlen 12'de şarapları, viskileri, votkaları fondipleyip uçakta kafayı buluyordu. Hatta dometes suyumu yudumlarken (elitim mirim, domates suyu içmeden uçamıyorum...), şarap eksperi yolcuların hostesler ile enteresan konuşmalarına şahit oldum,  Misal;

Yolcu: Pardon ben bir Fransız kırmızı alabilir miyim?
Hostes: Malesef efendim Fransız kırmızı kalmadı, isterseniz Kavaklıdere vereyim?
Yolcu şaşkın bir ifade ile sorgulayarak: Ne? Fransız kırmızı kalmadı mı?
Eşi olduğunu tahmin ettiğim diğer yolcu: Nolmuş?
Yolcu: Fransız kırmızı kalmamış!
Eş Yolcu şaşkınla: Aaaa?!
Yolcu sitemkar bir şekilde: Neyse tamam verin artık, ne yapalım...

Aklımızdan geçse de, terbiyemizi bozup "Beyefendi, beyefendi, lütfen bok içiniz" bağıramadık arka koltuklardan...

Dostum Cem ve yanındaki sıkıntılı orta yaşlı hatunun ilginç yakınlaşması ile Schiphol Havalimanı'na vardık. 5-10 dakikalık pasaport kontrolünde, arkaplanda bavullarımızın çoktan yürüyen zımbırtılar üzerinde olduğunu görüyorduk. Buraya dikkati, dönüş yolunda bavulların gelme süresi ile ilgili "Schiphol vs Sabiha Gökçen" şeklinde bir karşılaştırma yapacağız.



Havalimanında her zaman olduğu gibi hızlı tren bileti alındı ve "bu oğlum işte, bin, bin" nidaları ile hızlı olmayan trene binildi. Yolculuk esnası da dahil olmak üzere, "yahu bu hızlı değil" diye diretmelerim kaale alınmadı. Neyse ki; enteresan kafalarda, meşhur "Amsterdam'a giderken" grafitilerini seyre dalmışken, bilet kontrolörü gelip, "Bu biletleri boşa almışsınız, hızlı tren değil ki bu, gerçi hızlı tren de hızlı değil" dedi.

Klasikleşmiş, "Ne kadar sürüyordu yahu?", "Geldik mi?", "Burdan sonra mı iniyorduk?" soruları eşliğinde, Central Station'a vardık...

 Devam Edecek...

1 yorum:

bellatrix dedi ki...

İyiymiş bu gezi yazısını bölme nanesi. Bi türlü bitiremediğim bi hikayem var, ben de böyle mi yapsam :)

Dostum biliyorsun işim gereği çok sık seyahat ediyorum (sevsinler!) ve şu yazdığın şeyi her 7 uçağında düşünüyorum:
"Ha eğer üzerimde bomba olsaydı da kesinlikle terminal girişinde patlatırdım, zira en kalabalık insan kümelenmesi burada oluyor."

Aynen aynen!

Hızlı tren hızlı değildir, binaenaleyh Ege denizi de göl değildir der, saygılar sunarım.