21 Mayıs 2011

Mayıs Sıkıntısı

Aslında pek de bir sıkıntı olduğu yok, Nuri Bilge Ceylan'a gereksizce selam gönderme isteğiydi bendeki. Geçtiğimiz günlerde kadim dostum Cem ile birlikte çocukluğumuzun ve gençliğimizin geçtiği Bornova Anadolu Lisesi'ne bir uzanalım dedik. Mezun olmamdan bu yana 8, en son ziyaretimden bu yana 7 yıl geçmişti, dile kolay. Bizim zamanımızın kuş uçmaz kervan geçmez, adam kessen kimsenin ruhu duymaz mekanıydı Bornova Anadolu. Ağaçlı yolda bir yandan yürürken bir yandan bir araç motoru sesi ile arkamızı döner, belki biri alır diye otostop çekerdik. Kimi zaman eski bir mezuna, kimi zaman "benim oğlan da burada okudu, tanır mısınız Osman Bilmemne, gerçi bizim oğlan mezun olalı 15 sene oldu ama" tarzında babalara rastlardık, kimi zaman kamyon arkasında maceralı, kimi zaman ise tüpçü kasasında "ateşle yaklaşma" uyarılı yolculuklar yaşardık. Velhasıl, o zamanlar eskide kalmış, şimdi bir taraf IKEA, bir taraf Ege Üniversitesi Öğrenci Köyü, kuş uçmaz kervan geçmez yer otobana dönmüş, ağaçlı yolda dört yol ağzı, dört yol ağzında trafik ışıkları ve gözle gördüğümüz her yerde değişik binalar, yapılar vesaire... Ve belki de hayattaki en enteresan his, hüzünle karışık gülümseme. Bizim zamanımızdan kalan az miktarda hoca, onlarında üzerinden yıllar geçmiş bir miktar. Koruluğa gittik, Cem'in kendi elleri ile sıktığı "portakal sularını" içtik, eğer gömdüğüm yeri hatırlasaydım 8 senelik bir Efes Güneşi bile içebilirdik... Okulda dolaşırken kendimizi o kadar genç hissettik ki anlatamam. Oysa yıllar yıllar önce biz okula gelen mezunlarla taşak geçen veletlerdik, "Ne işin var lan hala okulda siktir git artık, kaç yaşına gelmişsin" derdik. Eminim aynı sözleri bize söyleyenler olmuştur, hey gidi hey heh heh

Bu aralar çok farklı kafalardayım. Uzun süredir yaşadığım, yaşamaktan öte büyüdüğüm ve karakterimin şekillendiği İstanbul'u bırakıp, çok önceleri yaşadığım İzmir'e geri döndüm. İçimde bir dinginlik, ruhumda bir ermişlik, ama yine de şefini kaybetmiş bir orkestranın hüznü, yüzümde ise Charlie Chaplin gülüşü var. En çok da dostlardan ayrılmak koyuyor. Önceleri Samert'i, sonraları Mister Mo'yu gönderdik ve kaybettik, ben burada grupla kalan ve dostlara el sallayan adamlardan biriydim, şimdi ise giderken gruba el sallıyorum, tuhaf biraz.

Hemen hemen 3 senedir çalışıyordum, öyle böyle çalışmakta değil, bildiğin it gibi çalışıyordum. İşi, gücü, iş tecrübesini, kurumsal hayatın incelikli yollarını siktir edersek, çok iyi adamlar tanıdık lan, bir Okan, bir Yalçın, bir Doprah az buz adamlar değil, çok özleyeceğim piçleri.

Konudan konuya atlayayım, geçtiğimiz haftalarda içimde bir Catcher in the Rye okuma isteği vardı. Her ne kadar daha önce Türkçe'sini okumuş olsam da, Su'nun getirdiği orijinal dilindeki halinden okumak çok daha güzeldi. J.D. Sallinger Abi'ye şuku vermeye gerek yok sanırım? Benim lafı getirmek istediğim nokta aslında başka. Su'nun bana getirdiği kitap yılların izini, anılarını ve okunmuşluğunu taşıyan eski bir kitaptı. Ben eski kitap kokusunu unutmuşum biliyor musunuz? Eski kitap kokusu beni bir anda çocukluğuma ve çocukluğumdaki enteresan bir mekana götürdü. O zamanlar bizim evin hemen yanındaki sokakta bir eski kitapçı vardı. 20 metrekare bir dükkan, içeride gözle görülen her yer kitap, yerden tavana, duvardan duvara, bir de yaşlı bir kitapçı amca, bir de 7-8 yaşında kitap müdavimi bir çocuk. Bir kitabı 2 liraya alır, 1 liraya geri satardın kitapçı amcaya, üzerine 1 lira daha koyup yenisini alırdım. Ben Jules Verne'in bütün kitaplarını o amca sayesinde okudum ve her kitapçıya gidişimde 70-80 yaşındaki o adam ile kendi çapında edebiyat muhabbeti yapan bir çocuktum. Bir gün yine elimde üzerine bir miktar daha koyup yenisini alacağım eski kitabım, kitapçı amcanın yolunu tuttum. Bir kaç adam dışarıya koli koli kitap taşıyordu. Önce çocuk olduğum için olan biteni mal mal izledim bir süre, bir abinin yanına yaklaşıp Türkçe meali ile "Ne iş?" diye sordum sonra. Sizin anlayacağınız bizim kitapçı amca ölmüştü, ulan bu yaşımda aklıma geliyor o gün dün gibi, hala üzülüyorum. Ben sonraki 20 senede tek bir kişi hatırlamıyorum ki sürekli olarak kitaplar üzerine konuşayım, hatırlamıyorum be abi. Çocuk aklımla sonraki günlerde gittim kitapçı amcanın dükkanına, bir Türkiye klasiği olarak camlar gazete ile kaplanmıştı, kapıya kilit vurulmuştu. Bayağı bir öyle kaldı dükkan, içimde hep bir umut vardı kitapçı amcanın yerine birileri gelecek, kitapları ve kitapçı amcayı konuşacağız diye. Bir süre sonra dükkan tekrar açıldı, yazık ki hayallerimdeki gibi değildi, artık o dükkan tost, ayvalık tostu, kumru ve hamburger yapan sikko bir büfeydi...

Nuri Bilge Abi'ye selam edelim, onunla başladık, hafif sıkıntılı bol hüzünlü bir yazı oldu...

Dip Not: Bu yazıya BAL'da çekildiğimiz fotoğrafları koyacaktım. Cem ile portakal sularımızı içerken dedim ki, "Oğlum bak birine fotoğraf çektirelim ama unutmayalım bak haaa", elbette unuttuk, o anı ölümsüzleştiremedik. Bu yüzden fotoğraf koyamıyorum hay amk ne diyeyim...

3 yorum:

Mert dedi ki...

dostum dokturmussun yine eline saglik:)

iki sene once Erdem ile ayni geziyi yapmistik biz de. duygulaniyor lan insan.

Onurlu dedi ki...

eyvallah abi ya sen de olsan daha bomba olurdu. bir tuhaf oluyor insan, şu anki hayatımızın 4'te 1'inden fazlası geçmiş orada...

Jane Jones dedi ki...

bir hoş olmuş. okurken yüzleştiğin türden.